10 Eylül 2011 Cumartesi

Ne Mutlu Okuyorum Diyene

Blog’da yayınlanan yazıları tekrar okudum. Takip eden iki üç kişi var, bari okunmuyor denmesin dedim ve en baştan başladım okumaya. Bu arada Deca’ya acaba ilerde bu yazdıklarımız kitap haline gelir mi diye umut dolu sorular sormaya da devam ediyorum. Yayınevi olsam acaba basar mıyım kitabı? Bu ülkede ne tür kitaplar daha çok satıyor? Daha doğrusu ne tür kitapları ne tarz düşüncedeki insanlar takip ediyor diye de merak etmiyor değilim. Olaya kendimden başlayayım dedim. Son iki senede kaç kitap aldım? Ne türdü bu kitaplar? Bu kitaplara ne kadar harcadım? Kitaplığıma bakıyorum şu an. Atılan, yırtılan ve karalanan kitapları da sayarsam 40 küsur tane üzerinde KPSS yazan kitabım var şu an kitaplığımda. Satırı satırına okunmuş, önemli yerlerin altları çizilmiş, birçoğunun da sayfaları yıpranmış halde hem de. İki sene için gayet güzel bir sayı aslında 40. Karton kolide istiflediğim kitapları da sayarsam 300 kusür tane okunmuş ve okunmayı bekleyen kitap şu an bende mevcut.

Kitap okumaya şu aralar ara verdim; çünkü kafamda bilgisayar marka modelleri dolaşıyor. Kullanmakta olduğum dell’ den sonra bilgisayarları takip etme olayına ara vermiştim. Ta ki Ömer’e bilgisayar alma konusunda yardımcı olacağıma söz verene kadar. Bugün teknoloji ürünleri satan mağazaya gittik. Bilgisayarlara bakarken mağaza yetkilisi ile konuşmakta olan bir grup fark ettim. Grup içerisinde pek de iyi giyimli diyemeyeceğim, konuşmalarında kendisinin köyde yaşadığını defalarca söyleyen orta yaşlı biri vardı. Israrla yapmış olduğu alış verişten pay çıkarmaya çalışıyordu. Yanındaki çocuğu göstererek hediye çanta, kalem tarzı şeylerden istiyordu. Mağaza yetkilisi ise bunun mümkün olmadığını söylediğinde adamın verdiği cevap bana çok dokundu. ‘Kusura bakma beyim ben köylüyüm bilemedim usulünü.’ Canım o kadar sıkıldı ki bu cümleye, farkında olmadan adama baktım ve birkaç saniye öyle kalakaldım. Acaba adamın mağaza yetkilisine söylemek istediği bütün köylülerin bir şey bilmediği miydi, usülünü bilmek için köylü olmamak gerektiği miydi, yoksa köylülerin bunu bilemeyecek kadar okumadığı mıydı? Örnekleri daha da çoğaltabiliriz aslında. Mesela okuyan adam başka olur. Okuyan adamın konuşması bile düzgün olur. Okuyan adam düşünen adamdır. Okuyan adam yol yordam bilir ve okuyan adam şehirde yaşar. Okumayanlar köyde tarlada çalışır. İlk söylenenler doğru olsa da sonrakiler biraz saçma galiba. Şimdi neden böyle düşündüğümü tek tek açıklayayım size. Birincisi köylü olmak bir şey bilmemek anlamına gelmez. Aksine köyde yaşayan insanlarımızın birçoğu üniversite okumuş insanlardan daha değerlidir benim gözümde. İkincisi kitap okumanın köylüsü, şehirlisi olmaz. Üçüncüsü köyde yaşamak kitap okumamayı ve öğrenmeye kapalı olmayı gerektirmez. Tarlada çalışıp bir de kitap mı okuyalım vakit yok ki örneğine karşılık size birçok örnek sayabilirim. Öğretmen gün içerisinde çeşitli kademedeki öğrencisine bilgi aktarırken, doktor hastasına teşhis koyarken, mühendis yapması gerekenleri tek tek kafasında hesaplarken de eve yorgun geliyor. Okuması gerekenleri ihmal etmiyor ama. Burada o orta yaşlı adam bence bu cümlesinde ben köylüyüm bilemem demek yerine ben kitap okuma ve bilgiye ulaşma noktasında tembelim demeyi tercih etmeliydi.

Öğretmenlik yaptığım yılların birinde ailesine ziyarette bulunduğum öğrencim ile geçen anımı anlatayım size. Altıncı sınıf öğrencimin sınavlardaki başarı durumunu paylaşmak için annesi ve babası tahsil sahibi aile ile sohbetim sırasında baba ısrarla bana çocuğunun kitap okumadığından bahsetti. Anne de aynı dertten muzdarip olunca söze karşılık verme mecburiyeti hissettim. İlk sorum evin erkeğineydi. Akşam eve geldiğinizde yatıncaya kadar yaptıklarınızı kısaca açıklar mısınız dedim? Başladı anlatmaya. Yemek yiyoruz, komşulara davetli değilsek televizyon karşına geçiyoruz. Zaten her güne bir dizi koydukları için hiç canımız sıkılmıyor. Tabi öncesinde ana haber bültenleri izlenir bizim evde. Annede ise durum biraz farklıydı. Yemek bulaşıklarını, bulaşık makinasına yerleştiriyorum ortalığa çeki düzen veriyorum ve sonra eşimle beraber televizyon izliyoruz tabi. Özür dileyerek araya girdim. Peki dedim yavrumuz ne yapıyor bu saatlerde. Bizle beraber yemek yedikten sonra odasına gönderiyoruz ders çalışsın diye. Sorularıma devam ettim. Odasına gönderdikten sonra kontrol ediyor musunuz peki? Cevap olarak gerek duymuyoruz cevabını aldım. Acaba gerek mi duymuyorlar yoksa dizinin verdiği heyecanla çocukları akıllarına mı gelmiyor. Tabi bunu söylemedim, içimden geçirdim sadece. Dikkat ederseniz, hem annenin hem babanın çocukla birlikte olma zamanı sadece yemek saatinde. Diğer zamanda ayrı yerdeler. Açıklama bittikten sonra onlara şu soruyu sordum. Neden televizyonu kapatıp çocuğunuzu da yanınıza alıp hep beraber kitap okumayı denemediniz? Bu yaştaki çocuklar önce anne babasını örnek alır. Siz de ona televizyon izleyerek örnek oluyorsunuz ve kitap okumamasını şikayet ediyorsunuz dedim. Babanın verdiği cevap daha da acı vericiydi. Her gün gazete okuyorum hatta ekleriyle beraber yetmez mi? Verdiği açıklamanın yeterli olmadığı sonucuna varmış olacak ki ağzından dökülen bir sonraki cümle ise hocam elinizde ne tür kitaplar var oldu?

Köyde yaşıyor olmak, eve yorgun gelmek, televizyonda dizi takip etmek, kitap okumaya engel değil. Okumazsak bilemeyiz, hayatı anlayamayız, çözümü de kendimizce çözmeye çalışırız. Birimiz köyde yaşamanın engel olduğunu düşünür bir başkası başka sebebe. Tembelliği bahane edeni de gördüm. Açık açık ben kitap okumam çünkü vakit kaybı diyeni de. Ne sebebimiz olursa olsun günde 10 sayfa okuma ile harikalar yaratabiliriz. Günde 10 sayfa ile yılda 10 kitap bitebilir. Kimse size elinize aldığınız kitabı 2 günde bitireceksiniz demiyor. Eğlenerek okumanın ayrı bir zevki olduğunu da unutmayalım.


9 Eylül 2011 Cuma

Lost'u da isterik!

Gözümüz aydın! Nurtopu gibi bir çakma dizimiz daha oldu. "Gossip Girl - Küçük Sırlar", "My Name Is Earl - Hakkını Helal Et", "Scrubs - E.R. Karışımı - Doktorlar" çakmalarının ardından bu sefer de Kanal D hepsinden daha cüretkâr bir şekilde ismini bile aynı tutarak "Desperate Housewives - Umutsuz Ev Kadınları" çakmasıyla yeni yayın döneminde reytingine reyting katmayı hedefliyor. İyi seyirler.

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Park İşletme Tarifi

Gerekli Malzemeler:

* 3 - 4 masayı dolduracak kadar okey ve çeşitli kâğıt oyunlarını oynayabilecek adam
* 7 - 8 kadar CHP kadın kolları teyzesi (Tercihen kantarda 70 - 80 kilo çekebilecek ebatlarda)
* 1 grup genç kız arayışında ve aynı zamanda da çay tiryakisi olan genç delikanlı
* Gençlerin kesebilecekleri potansiyel sahibi aldığı kadar genç kız
* Uygun bir yere yerleştirmiş olduğunuz zıpzıpın boş kalmaması için 1 adet çocuklu aile
* Gerektiğinde soğuk bile olsa zorla çay satabilecek 2 adet eleman

Yapılışı:

Tüm bu malzemeleri topladıktan sonra herhangi bir şey yapmaya gerek yok. Böylesine bir grubu topladıktan sonra bu zat-ı muhteremler kendi başlarına birbirlerini etkileyerek ekolojik döngülerini devam ettirebiliyorlar. Size kalansa elde ettiğiniz kârı yemek kalıyor.

Afiyet olsun.


28 Ağustos 2011 Pazar

Boran'ın suçu ne?

Bir gün bir yerde birini görürsün. Ondan çok hoşlanırsın. İlk görüşte aşık olursun. Hiç kimseyi düşünmezsin onu düşündüğün kadar. Ondan başkası yoktur çevrende. Kafanı nereye çevirsen onu görürsün. Çevrendeki arkadaşların sana aşık olmuşsun derler. Cesaret verici sözler söylerler. Daha sonra kendini ona fark ettirmeye çalışırsın. Her zaman onun gittiği yoldan geçersin. Ona yakın olmak istersin. Zamanla bunu o da hisseder. Onun da aynı şeyleri yapmaya çalıştığını fark ettiğinde de kararını verirsin. İlk tepkisi ne olacak acaba sıkıntısı ile soluğu yanında alırsın. Bütün cesaretini toplayıp ağzından ilk cümleler dökülüverir. Merhaba ben Boran. Sizden çok hoşlanıyorum ve sizinle tanışmak istiyorum.

Cümleler döküldükten sonra kendine güveni gelmiştir artık Boran'ın. Birbiri ardına sıralanır cümleler. Daha önce böyle olmamıştı bana der. Neden bilmiyorum sizi gördüğümde kalbim daha hızlı çarpıyor. Sanırım size aşık oldum. Kızın bakışları değişir. Yüzünde ise hoş bir tebessüm... Sevilmek hoşuna gitmiştir kızın. Neden hoşuna gitmesin ki biri ona değer veriyordur ve kozlar eline geçmiştir. Hele bir de çocuk aşık oldum size demiştir. Ben ne istersem yapacak diye düşünür kız. Emin olduğu tek şey ise çocuktan hoşlanmadığıdır. O an söylemez çocuğa ben sizden hoşlanmadım diye. Söylemez, çünkü peşinde koşacak birini bulmuştur ve biraz eğlenmek ister. Sonra sonra onun da kanı ısınır çocuğa. Bu arada ikisi de hayati bir dönemeçtedir. Üniversiteyi bitirmiş bu iki genç meslek hayatına atılmak için uğraş veriyordur. İşin ciddiyetinin farkındadırlar. Boran Hamiyet'e yakın olmak istediğinde her zaman Hamiyet'in önce gel adımını at bana davranışları ile sonra da benden uzak dur ifadeleri ile karşılaşır. Boran da alışmıştır artık bu duruma. Gün geçtikçe daha agresif olmaya başlar. Hayatında birçok şey de ters gitmeye başlar. Üstelik başarması gereken sınav da çok yakındır. Bir yanda sınavın verdiği sıkıntı bir yanda da Hamiyet'in tutarsız davranışları…

Hamiyet ta en başta Boran'a ondan hoşlanmadığını söylemiş olsaydı durum böyle mi olurdu? Hamiyetin bencilliği Boran'a pahalıya patlayacaktır. Durumun farkında olan arkadaşları Boran'a destek olmaya çalışır. Hamiyet'ten uzaklaşmaya çalışan Boran, her zaman Hamiyetin kendine geri çekme çabaları ile karşılaşır. Hayatı karmaşıklaşmaya başlamıştır. Ne yapacağına bir türlü karar veremez. Boran diğer gençlere göre biraz farklıdır. Beğendiği kişiyi sahiplenir. Ondan kopamaz. Hani derler ya sevdi mi tam sever. Hamiyet'in telefonda görüştüğü kişiyle sohbet ederken Boran'a bakarak kıskandırma çabalarına rağmen kararlıdır Boran. Artık ilgilenmeyecektir Hamiyet'le.

Hamiyetin neden bu şekilde davrandığına anlam veremez. Aslında sorgulanacak çok bir şey yok der kendi kendine. Hamiyetin hoşlandığı başka biri var o yüzden böyle davranıyor. Her sabah telefonda biriyle görüşüyor olması da buna işaret zaten . Kafasına takılan başka bir durum daha vardır Boranın. Hamiyet daha önce kimse ile görüşmediğini yani hayatında kimsenin olmadığını söylemiştir arkadaşlarına Boran da oradayken. Üniversite mezunu bir kızın hayatında birinin olup olmadığı sorulduğunda kaçamak cevap vermesi çok anlamsız olur zaten diye de düşünür Boran. Hayatımda biri yok dediği zaman gelin benim peşimden koşunu, telefonla konuşurken de aslında benim hoşlandığım var o zaman benden uzak durunu kastettiği anlaşılıyordur Hamiyetin davranışlarından. Peki bu yaşa gelen birinden beklenen davranış mıdır bu? Doğru cümlelerle anlatması gerekenleri Borana acı vererek ima etmesi hak mıdır? Her gün telefonda görüştüğü biri olduğu halde hayatımda biri yok diyebilecek kaç kişi vardır ki? Ve neden bu şekilde açıklama yolu seçmiştir? Sadece liseli kızlar yapar bunu. Bu yaşlarda neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar veremeyen kızlarda görülen bir davranıştır bu.

Başarması gereken sınavda çuvallayan Boran'ın hayatı arap saçına dönerken Hamiyet umursamaz kendisinden başkasını. Birkaç cılız teselli vermek dışında düşünmez çevresinde olup biteni. Sonuçta başarmıştır başarması gerekeni. Hem sınavı kazanmıştır hem de Boran'dan kurtulmuştur. Hayatına yeni bir sayfa açmıştır. Her fırsatta Borana değer verdiğini söyler ama lütfen kendine gel diye de ekler. Zorla güzellik olmaz ki bana ne Boran'ın düştüğü durumdan diyerek de haklı çıkarmaya çalışır kendisini. Boran'a söylemesi gerekenleri ve göstermesi gereken duruşu ta en başta sergilemeyen Hamiyet'in bu savunması pek bi anlamlı değildir. Üstelik boran sınavdan sonra da Hamiyetle irtibata geçmek istemiştir. Boran her irtibata geçmek istediğinde, Hamiyet'in araya birilerini sokarak liseli kızlar gibi davranması Boran'ı daha da üzmüştür. Bir defasında kızın sözde erkek arkadaşı ile muhattap olmak zorunda kalan Boran diğerinde de babasının hakaretlerine maruz kalmıştır. Ben Hamiyetin erkek arkadaşıyım bir daha bizi rahatsız etme diyen telefonun diğer tarafındaki sesi pek inandırıcı bulmasa da Boran, kızın babasının hakaretlerine daha fazla dayanamayarak söz verir bir daha aramayacağını. Masum bir aşk nerelere geldi diye düşünür Boran. İnsan karar veremiyor tabi aşık olurken bu işin sonu nereye varacak diye. Peki bir insan aşık olduktan sonra onu bu durumlara getiren yani onu körkütük yapan kendisi midir karşısındakinin davranışları mıdır? Biraz ağır bir tabir olacak ama halk arasında bir söz vardır. Dişi köpek yalanmayınca erkek köpek dolanmazmış diye. Tavrını net biçimde belirtmiş olsaydı belki de bir kişinin hayatı paramparça olmayacaktı.

Boran şu an nerede ne yapıyor kimse bilmiyor. Tanıdığı tüm dostları ile irtibatı kesen Boran hakkında bildiğimiz tek şey hayata tutunmaya çalıştığı ve Hamiyet gibi insanlarla tekrar karşılaşmamak istemesidir.



7 Ağustos 2011 Pazar

İlahi Adalet

Mustafa Cihat'ın Amenna ilahisini ilk dinlediğimde onu bu kadar sevebileceğimi tahmin edememiştim. Müziğimiydi beni etkileyen yoksa sözleri mi? Yoksa söyleyenin yanık sesi mi? Zaman zaman televizyonda yayınlanıyor. Ramazandan dolayı çok duyar oldum bu parçayı. Duymayanlar için biraz bahsedeyim içeriğinden. 'Sana layık kul olamadık, doğruyu bir türlü bulamadık, sözümüzü tutamadık, merhametine muhtacız. Adaletin amenna ama bizi şefkatinle yargıla. Adaletin olmadığı dünyada bizi senin adaletinle yargıla.

Seçim yaparak gelmediğimiz bu dünyada kim istemezdi ki zenginliği, güzel olmayı ve saygınlığı. En başta da zeki olmak isterdi sanırım insanoğlu dünyaya adım atarken. Ama malesef bu saydıklarımı seçemiyoruz hayata başlarken. Hayatımıza nerede, hangi koşulda hangi zamanda doğduysak öyle başlıyoruz. Bazılarımız şanslı oluyor gemisini yüzdürüyor kaptan oluyor, bazılarımızsa o kadar şanslı olmuyor denizin dibini boyluyor. Üstelik Türkiye gibi ne zaman ne olacağı belli olmayan bir ülkede yaşıyorsanız durum içinden çıkılmaz bir hal alıyor.

Dün gecenin ana konusu bunun üzerineydi okuyan gençliğin.(Deca, Bahattin Sıkıntıolur ve ben.) İşinde gücünde arkadaşımız Bahattin Sıkıntıolur, ertesi güne erken kalkabilmek için erken yol aldığı saatlerden az önceydi bu konuşmalar. Takriben saat 11'di. Konuya giriş yapansa her zamanki gibi ortamı geren ve arkasından ortamı yumuşatmaya çalışan bendim. Canım yine bir şeylere sıkılmıştı. Aklımdan geçen ilk düşünceler sözcüklere dökülmüştü. Bahattin arkadaşımız da iyi niyetiniyle söylediğim isyan kokan sözcüklere açıklamalar getiriyordu. Deca ne mi yapıyordu?. Apple i phone 3,5 ile bir kulağım sizde diğer kulağım Apple'da der gibiydi. Zaman zaman sözlere katılıyordu sadece.

Üniversiteye hazırlandığımız dönemde popüler olan öğretmenlik mesleği nasıl olmuştu da bu duruma gelmişti. 2002, 2003 senelerinden bahsediyorum. Ülke yeni seçimlere girmiş ortam toz dumandı. Kimse hangi mesleği seçeceğine bir türlü karar veremiyordu. Garanti gibi görünen sadece öğretmenlikti. Hem garanti olması hem de severek yapacağıma inandığım mesleği seçmiştim ben de. Okulu bitirdikten sonra girdiğim sınavlardan devletçe başarılı sayılamadığım için (82-84-83 almama rağmen) hayatı hep ertelemek zorundayım. Dedim ya gemisini yüzdüren kaptan oluyor bu ülkede. Yan masada evlilik hazırlıkları yapan arkadaşımız Bülent Aydınlık kız arkadaşı ile konuşurken 4 yıllık öğretmenlik tecrübesini her haliyle yaşıyordu. İkimiz de öğretmeniz ama devlet bu arkadaşımızı daha düşük bi puanla (76) başarılı sayarken beni geriye itiyor. Neden? cevabını mantık çerçevesi ile vermek çok zor. İşte bu noktada ilahi adalet giriyor işin içine demişti Bahattin arkadaşımız. Buradan şu sonuca mı varayım dedim Bahattin arkadaşıma. Ben bu duruma sabır göstereceğim, isyan etmeyeceğim ve mükafatımı ilahi adalet sahibinden isteyeceğim. Her insanın kendine göre sıkıntıları vardır ve biz kullara düşen de sabır göstermektir diyerek son noktayı da koydu gecenin son demlerinde ve izin istedi evine gitmek için.

Sana layık bir kul olamadık derken haklı sanırım Mustafa Cihat. En küçük sıkıntıda isyan ediyor sabır göstermiyoruz.

1: Çaresiz biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!
2: O sabredenleri, o doğruluktan şaşmayanları, o elpençe divan duranları, o nafaka verenleri ve seher vakitlerinde o istiğfar edip yalvaranları (görür).
3: Size bir iyilik dokunsa fenalarına gider, başınıza bir kötülük gelse onunla sevinirler. Eğer sabreder ve Allah'dan gereğince korkarsanız, onların hileleri size hiçbir zarar vermez; çünkü Allah onları kendi amelleriyle kuşatmıştır.
4: Evet, sabreder ve (Allah'tan) korkarsanız, onlar ansızın üzerinize gelseler, Rabbiniz size nişanlı nişanlı beş bin melekle yardım eder.
5: Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete girivereceğinizi mi sandınız?
6: Ey iman edenler! Sabredin, düşmanlarınıza karşı sebat gösterin, nöbet bekleşin, Allah'dan gereğince korkun ki, kurtuluşa eresiniz.
7: Ve sabret! Çünkü Allah iyilik edenlerin mükafatını yitirmez.
8: Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabrederler ve namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açıkça Allah yolunda harcarlar ve çirkinlikleri güzelliklerle yok ederler. İşte bunlar, bu hayatın akibeti kendilerinin olacak olanlardır.
9: "Sabrettiğiniz için size selam olsun. Ahiret yurdu ne güzeldir!"
10: Bize yollarımızı göstermişken neden biz Allah'a dayanıp güvenmeyelim? Elbette bize yaptığınız eziyetlere katlanacağız. Tevekkül edenler yalnız Allah'a tevekkül etsinler."

The difference between persistence and annoyance is paper-thin

"İki kız üç erkek beş arkadaşız. Çalışıyoruz. Her yıl 1000'er lira biriktireceğiz, hedef bu. Bunun için ne ayakkabı alıyoruz ne de yemeğe para veriyoruz. Sadece patates ve ekmek yiyiyoruz. Beş yıl sonunda evleneceğiz, ama aramızdaki kız arkadaşlardan biriyle evlenmek yok. İlk iki yılda 3000'er lira biriktirdik sonraki yıllarda da 1500'er lira. Artık evlenme zamanıydı." Ama işte orasında uyandım ulan, sonunu göremedim rüyanın, kiminle evlenecektim ki ben dedi. Böyle rüyasını anlatıyordu dedem. Şimdi bana sorabilirsin sevgili okuyucu Tot'em yazarken sen niçin adam gibi ciddi yazılar yazmıyorsun diye. Ya bi kere benim ailem ciddi değil. Çarşıda şöyle karılar gördüm, böyle giyinen çıtırlar gördüm diyen bi dedenin torunundan ne beklersin. Adam Tazmanya Canavarlı baksır giyiyor lan. Dedemden daha da bomba bir anneannem var, onun maceralarını da burada seri halinde yayınlamayı düşünüyorum ilerleyen günlerde.

Bugün ciddi yazılar yazabileceğimi de göstereceğim tüm dünyaya. Hem kızlar da bayılıyomuş ciddi yazılar yazan erkeklere. Ahaahah şaka yaptım, öyle bir düşüncem yok. Valla. Sadece topluma karşı olan görevimi yerine getirme çabasındayım.

Neyse geçtiğimiz günlerde "Bahattin Sıkıntıolur" arkadaşımla entellektüel kişiler olduğumuz için ülkemiz insanı okuyor mu okumuyor mu diye tartışıyorduk. Hani araştırmalar hep gösterir ya ülkemizde kitap okunmuyor diye. Bu araştırmalar neye göre yapılıyor arkadaş yahu? Daha önceleri bi yerde mi okudum, biri mi söyledi yoksa bana mı malum oldu bilmiyorum bu araştırmalar ülkemizdeki kitap satışlarına göre yapılıyormuş. Yani kitap satılmazsa okuma oranı da düşük oluyormuş. Tabi burada bahsedilen okur - yazarlık değil, okuma alışkanlığı. Şimdi ben kendimden biliyorum, benim şimdiye kadar okuduğum kitapların büyük çoğunluğ arkadaştan, oradan buradan ödünç alıp okuduğum kitaplar. Sahip olduğum kitaplar da en azından 3 - 5 kişinin elinden geçtikten sonra kitaplığımdaki ebedi yerlerini alıyorlar. Yani paylaşım yoluyla okunan kitaplar bu durumda "off the record" oluyor. Yani satılan bir kitabı bir kişi okumuş gibi hesap ediliyor. Bunların yanında korsan kitap ve e-kitap okuyan dostlarımız da var. Ben işte bu yüzden ülkemizde okuma oranının düşük olmadığına inanıyorum. Hem sadece kitap değil, gazete okuyanlar ve sosyal medya dediğimiz internet yoluyla bişeyler okuyanlar da var. Bir de blogumuzu okuyan sen varsın sevgili okur. Yani toplum olarak sanılanın aksine okuyoruz. Cuma günü İlk Nokta dan Zaman Çarkı serisinin 13. kitabının siparişini verdim. Oradan geldi aklıma bunları yazmak. Okumayanlara tavsiyemdir, eğer fantastik kurgudan hoşlanıyorsanız muhakkak okuyunuz. Açıkçası Zaman Çarkı'ndan bir kitap okuduktan sonra 1 - 2 ay boyunca diğer kitaplardan zevk alamıyorum. Öyle bir anlatımı öyle bir kurgusu var ki muhteşem. Robert Jordan'ı rahmetle anarken halefi Brandon Sanderson'ı da tebrik etmek lazım. Kendisine miras kalan bu seriyi aynı güzelliğiyle kaleme almaya devam ediyor. Filmlerinin de kısa sürede vizyona girmesi dileğiyle.

Bu arada yazıların seyrekleştiğinin farkındayız ve sen de farkındasın sevgili okur. Zaten tahminen 4 (yazıyla dört) kişinin okuduğu bi blogdan da çok şey beklememek lazım. Ayrıca sevgili okur, arada bir yorum falan yaz da en azından kaç kişi okuyor onu görebilelim. Tabi okuyan okur varsa. Son günlerde fazla yazmamamın nedenlerinden biri de Gintama izlemeye tekrar başlamam olabilir. Gecelerimin büyük kısmını Gintama izlemeye ayırıyorum. Anime severler için de tavsiyemdir. Özellikle komedi animeler arasında farklı bir yeri var. Bu arada içerikle alakası olmayan başlık da sözü geçen animeden bir alıntıdır. "Ulan yazıyla başlık çok alakasız" demeyesin.

Not: Çok absürd yazı oldu la.

4 Ağustos 2011 Perşembe

Nasıl bir abazasınız?

Karşıdan gelmekte olan güzel bir bağyan gördüğünüzde nasıl davranırsınız?

A - 2 saniyelik bakıştan sonra başımı öne eğer yapmakta olduğum işe devam ederim.

B - Yanımdan geçerken "yavrum hepsi senin mi?" gibi 20. yüzyılın son zamanlarından kalma maçoluk kokan birkaç laf atarım.

C - Hemen kalkıp ona yaklaşaraktan "Sizden ilk gördüğüm anda etkilendim, rica etsem sevdiceğim olur musunuz?" diye sorarım nazikçe.

D - Yanımdaki arkadaşımı dürter "ulan taya bak, nasıl kişnetirim ben bunu" derim.

E - "Ya insanlar böyle kızlara bakmıyolar mı uyuz oluyorum kıro tiplere, halbuki çağdaş, medeni insanlar bunu yapmaz" der duruma karşı net tavrımı belirtmiş olurum.


A şıkları çoğunlukta ise; etrafınızdaki olaylara kayıtsız kalmayı tercih eden birisiniz. Gey olma ihtimaliniz de yüksek.

B şıkları çoğunlukta ise; yaratıcılığınız ölmüş demektir. Ayısınız, öküzsünüz. Biraz kitap okuyarak, biraz film vs. izleyerek kelime dağarcığınızı genişletmelisiniz.

C şıkları çoğunlukta ise; iyi bir Hugh Grant olma yolunda ilerliyorsunuz demektir. Ancak şunu da söylemeliyim ki başarısız olma ihtimaliniz bir hayli yüksek, bu tip yaklaşımlar lise yıllarından sonra kullanılmamalıdır.

D şıkları çoğunlukta ise; içi dışı bir olan bir kişiliğiniz var. Bravo size, ayrıca arkadaşınızı uyarmanız da mutlulukların paylaştıkça arttığının bilincinde olduğunuzu gösterir.

E şıkları çoğunlukta ise; tam bir sinsisiniz. Çeşitli kurnazlıklarla avınızı ağınıza düşürmeyi planlıyorsunuz. Doğru yoldasınız.

31 Temmuz 2011 Pazar

Sevmenin Parasal Karşılığı


'Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız 3 şey ne olurdu?' diye sorulan soruları hiç anlamamışımdır. Öncelikle neden 3 şey ve neden ıssız bir ada? Soruya ilginçlik katmak mıdır amaç yoksa gerçekten birileri ıssız adaya gitti ve aklına bu soru mu geldi? Bir dahaki sefere kesinlikle şu üç şeyi alacağım mı dedi? Ya da yanında başka bir arkadaşı vardı ve oğlum bak bir daha buraya gelirsek yanımıza sabun, havlu, şampuan alalım artık senin kokunu çekmek istemiyorum mu dedi? Yoksa 'ya yeter ot yediğimiz bir dahaki sefere tavuk, köfte, pirzola alalım' mı dedi? Kimin ne amaçladığı bilinmez bana son derece saçma geliyor. Issız adaya düşmek derken neyi kastediyor? Uçaktasın, uçak irtifa kaybetti ve düştü. Bu durumdan yara almadan kurtulabileceğinizi mi sanıyorsunuz? O zaman sorunun cevabı tamamen değişiyor. Issız adaya düştüğünüzde alacağımız 3 şey 1:yara bandı 2:oksijenli su 3:sargı bezi.

Napolyan'a bu soru yöneltiğinde 3 kez para cevabını vererek güya paranın çok değerli olduğunu ve ıssız adada dahi olsanız onu orada kullanmanız gerektiğini hatta mecburiyeti ifade ediyor. Napolyanın bu sözünden parasız hayatın olamayacağı açık şekilde vurgulanıyor. Paraya mecbur olmak insanlığa ne kazandırır acaba? Peki para olmadan da yaşanabileceğini kanıtlayabilecek olan var mı bana? Zor görünüyor. Bu durumda haklı galiba Napolyon. Napolyon 3 kez para diyerek insanların nerede olursa olsun aç gözlü olduğunu mu kastetti yoksa. Belki de kendisi aç gözlüydü ve onun için bu cümleyi kullandı. Bir kez para demiyor, bunu 3 kez tekrarlıyor. Burada ince bir nükte yatıyor sanırım. O zaman bize de cümleyi kendimizce yorumlamak kalıyor.

Olay gerçekten gerçekleşti ve bilmem kaç yüz metreden düştü uçağınız adaya. Amerikan yapımı 6 sezon gösterimde kalan Lost dizisindeki gibi bir durum yaşandı. 40 yolcu adanın bir tarafına bundan biraz daha az sayıdaki yolcular adanın diğer tarafına düştü. O kadar adamın her ne hikmetse burnu bile zor kanıyor olmasına hala anlam veremedim. Neyse olaya dönelim. Ne yaptılar oradaki insanlar ilk zaman? Söyleyeyim. Yardımlaşma, dayanışma, birbirine destek, inanç ve azim. Paranın gerçekleştiremeyeceği şeylerdi bunlar. Şimdi soruyorum sana Napolyon bana para ile inancı, azmi, dayanışmayı satın al bakalım.

Napolyon burda basit bir örnek sadece. Benim asıl anlatmak istediğim para ile satın alınamayacak şeylere aslında ne kadar yakın olduğumuz ve bu saydıklarımı istersek çok rahat gerçekleştirebileceğimiz. İnanç (fate) yazıyordu sanırım Lost karakterlerin birinin parmağında. Hayatınızda bir şeylerin iyi olacağına inanmazsanız ve bu uğurda azmetmiyorsanız yalnızlık bırakmayacaktır peşinizi. Kalabalık içinde yalnızlık yaşamaktır aslında amaçsızlık.

Bazı insanlar hayatı boyunca sadece kendisi için yaşar, umursamaz yanı başındakini. Hayatı para olmuştur onların. Düşüncelerini, inançlarını hep para oluşturmuştur. Para biriktirirler ve para biriktirmek açgözlülüklerinin bir başka boyutunu oluşturmuştur artık. Napolyon'un bahsettiği bu olabilir mi?. Hiçbir şeyin alınamayacağını bildikleri halde adaya giderken dahi yanlarında para götürmeleri de bundan kaynaklanıyor olabilir mi? Açgözlülük. Hep bende daha fazla olsun isteği.

Kim nereye düşerse düşsün, kim neyi yanında götürürse götürsün yanında mutlaka sevgiyi götürsün. Karşılıksız sevmek, maddiyatsız sevmek, bitmezcesine sevmek. Napolyon sana bu sözlerim. Sen 3 kez para diyerek ne kadar yaşayabildin sevgiyi. Sevmenin para olarak karşılığı var mı? Adaya da düşsen damdan da düşsen dara da düşsen sevmenin yok para olarak karşılığı.

29 Temmuz 2011 Cuma


Tam olarak benim tavsiye ettiğim şekilde olmasa da sonunda doğru yolu bulmuş arkadaşlarımız. Bunu bir teşekkür maili ve yukarıdaki posta kartı aracılığıyla benimle paylaşan dostlarıma ömür boyu mutluluklar diliyorum.

Not: Hayır arkadaşlar kararım net ve kesindir; ilişkinize üçüncü olmayacağım. Renklendirin dediysek bu kadar da abartmayın canım.

ARANIYOR


ARANIYOR

Yukarıda resmi görülen kımıl zararlısı  aranmaktadır. Öyle sevimli gibi göründüğüne bakmayın, resimde de görüldüğü gibi dört ayağı da havadayken koşabilen (uçuyo mu lan yoksa?) bu hayvanat oldukça tehlikelidir. Görenlerin hayvanlık nâmına bizleri bilgilendirmesini rica ederiz.

28 Temmuz 2011 Perşembe

Doktor kovalamaca

Yazılarımıza 2 gün ara vererek siz değerli okurlarımızı (2 bilemedin 3 kişi) üzdüğümüz için özür dileriz. Az olan değerlidir mantığını felsefe edinen bu blog sitesi yazarları sıcağın etkisinden dolayı yazılarına ara vermişti. Aldığımız elektronik postalar (yalnızca 2) olmasaydı büyük bir hayal kırıklığına uğrayabilirdik. Fakat siz değerli okurlarımızın var olduğunu bilmek bize ayrı bir mutluluk veriyor. Şimdi eskisinden daha heyecanlı, ayakları daha sağlam yere basan yazar dostlarınız var.

Peki bu 2 günde ne mi yaptık. Ben doktor kovaladım, Deca da kedi. Doktor kovalamam hasta olduğumdan değildi. Bir an için canınız sıkıldı farkındayım. Şunu belirtmek isterim ki taş gibiyim. Bu 2 günlük zaman içerisinde bir tercih yapmam gerekiyordu. Ya askere gidecektim ya da doktora. Ben doktora gitmeyi tercih ettim olay bu. Büyütmenin anlamı yok sanırım. Keşke kovaladığım kedi olsaydı. Balkona çıkar kışt höyt derdim ve sorunumu çözerdim. Aynı şeyi doktora diyemediğim için gergindim bugün.

Aile hekimime giderken yanıma peder beyi de aldım. Hani benim tıkandığım yerde peder bey devam etsin istedim. 28 günlük rapor alabilmek o kadar kolay değil. Kolay olmadığı için de zaten ret cevabını aldık. Bir kaç sağlık ocağı dolaştıktan sonra son durağımız Alaşehir devlet hastanesi oldu. Burada da sonuç değişmedi. Herşey benim askere gitmem içindi biliyorum. Bu konuda doktor beylere ve hanfendilere teşekkürlerimi sunuyorum da bu kadar tırsmasalar daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Rapor vererek sorumluluk alıyorlar ya o yüzden yanaşamıyorlar bu tür işlere malesef.

Durum, içinden çıkılmaz bir hal aldı. Hastanede gördüğüm o hoş kızı(?)görmem bile beni kesmedi. Keşke daha farklı zamanda daha farklı yerde görseydim. Aile hekimimle tekrar görüştüm ve bu kez kopardım 10 günü. Bir kaç saat sonra daha da mutlu olacağım bir haber aldım. 30 günlük raporu verebilecek doktoru bulduğunu haber veren abimdi telefonun diğer tarafındaki ses. Bu ses 2 günlük çabama değdi.

İşte böyle blog kardeş. 2 gün ara verdim diye kızma. Fırsat buldukça yazmaya devam edeceğim. Okunmasak da yorumlanmasak da o blog bizim blog'umuzdur. Yabana mı atçaz seni yani. Sen bizim evladımız gibi oldun. Haykıramadığımız şeyleri burada haykırıyoruz. Seni neden bu kadar seviyoruz biliyor musun? Derdimizi paylaşıyorsun. Öneri getirmesen de dinliyorsun. Bu bile yeter şimdilik.

Not: Deca'nın kovaladığı kedi en son doktorun evinde görüldü. Doktorla aynı kaderi paylaşan kedi, doktorun evine yerleşme kararı aldı.

Anneee bittiii

25 Temmuz 2011 Pazartesi

İngilizceleşen Türkçe

Turkish english son zamanlarda artan bir ivme ile etki alanını genişletiyor. Düşüncelerin, mesajların, konuşmaların entelektüel olma yüzsüzlüğü ile ingilizceleştiği toplumumuzda sebepsizce aşağılanan Türkçemiz ağlamaya devam ediyor.

Nedir derdimiz bizim Türkçe ile? Derdimiz kendimizle mi canım Türkçe ile mi? Dilimize yabancı kelimeleri katarak karşı tarafa bir anlık anlaşılamama duygusu katmak mı entelektüel olma acaba? ‘Bugün çok ‘cool’ görünüyorsun canım’ yerine bugün sade bir görünüşün var demek, ya da bye bye yerine güle güle demek çok mu zor?

Konuşmalarına yabancı kökenli kelimeleri katan bu kişilere basit bir sorum var. İngilizce bilginiz hangi düzeyde? Hani çatır çatır konuşabilir musunuz İngilizceyi? Konuşabiliyorsanız eğer tamamını İngilizce konuşun o zaman. Tercüman vasıtasıyla çevirelim biz de. Yarım yamalak İngilizcenizle sokmayın burnunuzu güzelim Türkçemize.

Reha Muhtar’ı çoğumuz bilir. Konuşmalarını biraz dinleyin. Karşılığı olmasına rağmen birçok kelimenin İngilizcesini söyler. Bu durum onun çok iyi İngilizcesi olduğu anlamına mı geliyor sanıyorsunuz. Kesinlikle hayır. Onun tamamen değersiz biri olduğu anlamına geliyor. Bir zamanlar Show tv ‘nin anahaber programlarını sunan Reha Muhtar’ın izlenme rekoru kırması da ayrı bir soru işaretiydi.

İsterseniz bir de Türkiye’de yayın yapan tamamen Türk menşeili kanallara göz atalım. Show tv, flash tv, cine5, digitürk, star… Ne ilginç değil mi? Show yerine gösteri, star yerine yıldız kelimelerini kullanmak zor mu? Ya da daha ilginç isimler bulunamaz mı? Kelimeleri araştırmaya başlamadan daha soluğu yabancı sözcüklerde aramada alıyoruz. En önemlisi de bu duruma sesimizi çıkarmıyoruz.

Alışveriş merkezlerindeki tabelalara baktığımızda da durum çok farklı değil. Vodafone, bosch gibi ismi tüm dünyada aynı markalara sözüm yok. Fox tv ye de. Benim kabullenemediğim Türk kelimesinin arkasına ‘cell’ kelimesini getirip Turkcell yapılmasında. Ayakkabının yanına center getirilmesinde. Tostçu Hakkı Usta yerine ‘Hakkı Fast Food’ denilmesinde.

Kökü çok eskilere dayanan Türk ulusunun güzelim Türkçesi birkaç kendini bilmez yüzünden harcanacak mı peki? Kültürleri ileriki nesillere hasarsız taşımak istemenin merkezinde diline sahip çıkmak yatar. Şöyle söyleyeyim ya da. Bir yeri fethetmek istiyorsak oraya dilinizi götürün yeter. Çünkü dil düşüncedir, dil gündelik hayattır, dil soluduğumuz havadır. Kültür yozlaşması yaşamak istemiyorsak konuşmalarımıza dikkat edelim. Zor kazanılan bağımsızlığımızı ucuz numaralarla kaybetmeyelim.

Annneee bitttiiii.