31 Temmuz 2011 Pazar

Sevmenin Parasal Karşılığı


'Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız 3 şey ne olurdu?' diye sorulan soruları hiç anlamamışımdır. Öncelikle neden 3 şey ve neden ıssız bir ada? Soruya ilginçlik katmak mıdır amaç yoksa gerçekten birileri ıssız adaya gitti ve aklına bu soru mu geldi? Bir dahaki sefere kesinlikle şu üç şeyi alacağım mı dedi? Ya da yanında başka bir arkadaşı vardı ve oğlum bak bir daha buraya gelirsek yanımıza sabun, havlu, şampuan alalım artık senin kokunu çekmek istemiyorum mu dedi? Yoksa 'ya yeter ot yediğimiz bir dahaki sefere tavuk, köfte, pirzola alalım' mı dedi? Kimin ne amaçladığı bilinmez bana son derece saçma geliyor. Issız adaya düşmek derken neyi kastediyor? Uçaktasın, uçak irtifa kaybetti ve düştü. Bu durumdan yara almadan kurtulabileceğinizi mi sanıyorsunuz? O zaman sorunun cevabı tamamen değişiyor. Issız adaya düştüğünüzde alacağımız 3 şey 1:yara bandı 2:oksijenli su 3:sargı bezi.

Napolyan'a bu soru yöneltiğinde 3 kez para cevabını vererek güya paranın çok değerli olduğunu ve ıssız adada dahi olsanız onu orada kullanmanız gerektiğini hatta mecburiyeti ifade ediyor. Napolyanın bu sözünden parasız hayatın olamayacağı açık şekilde vurgulanıyor. Paraya mecbur olmak insanlığa ne kazandırır acaba? Peki para olmadan da yaşanabileceğini kanıtlayabilecek olan var mı bana? Zor görünüyor. Bu durumda haklı galiba Napolyon. Napolyon 3 kez para diyerek insanların nerede olursa olsun aç gözlü olduğunu mu kastetti yoksa. Belki de kendisi aç gözlüydü ve onun için bu cümleyi kullandı. Bir kez para demiyor, bunu 3 kez tekrarlıyor. Burada ince bir nükte yatıyor sanırım. O zaman bize de cümleyi kendimizce yorumlamak kalıyor.

Olay gerçekten gerçekleşti ve bilmem kaç yüz metreden düştü uçağınız adaya. Amerikan yapımı 6 sezon gösterimde kalan Lost dizisindeki gibi bir durum yaşandı. 40 yolcu adanın bir tarafına bundan biraz daha az sayıdaki yolcular adanın diğer tarafına düştü. O kadar adamın her ne hikmetse burnu bile zor kanıyor olmasına hala anlam veremedim. Neyse olaya dönelim. Ne yaptılar oradaki insanlar ilk zaman? Söyleyeyim. Yardımlaşma, dayanışma, birbirine destek, inanç ve azim. Paranın gerçekleştiremeyeceği şeylerdi bunlar. Şimdi soruyorum sana Napolyon bana para ile inancı, azmi, dayanışmayı satın al bakalım.

Napolyon burda basit bir örnek sadece. Benim asıl anlatmak istediğim para ile satın alınamayacak şeylere aslında ne kadar yakın olduğumuz ve bu saydıklarımı istersek çok rahat gerçekleştirebileceğimiz. İnanç (fate) yazıyordu sanırım Lost karakterlerin birinin parmağında. Hayatınızda bir şeylerin iyi olacağına inanmazsanız ve bu uğurda azmetmiyorsanız yalnızlık bırakmayacaktır peşinizi. Kalabalık içinde yalnızlık yaşamaktır aslında amaçsızlık.

Bazı insanlar hayatı boyunca sadece kendisi için yaşar, umursamaz yanı başındakini. Hayatı para olmuştur onların. Düşüncelerini, inançlarını hep para oluşturmuştur. Para biriktirirler ve para biriktirmek açgözlülüklerinin bir başka boyutunu oluşturmuştur artık. Napolyon'un bahsettiği bu olabilir mi?. Hiçbir şeyin alınamayacağını bildikleri halde adaya giderken dahi yanlarında para götürmeleri de bundan kaynaklanıyor olabilir mi? Açgözlülük. Hep bende daha fazla olsun isteği.

Kim nereye düşerse düşsün, kim neyi yanında götürürse götürsün yanında mutlaka sevgiyi götürsün. Karşılıksız sevmek, maddiyatsız sevmek, bitmezcesine sevmek. Napolyon sana bu sözlerim. Sen 3 kez para diyerek ne kadar yaşayabildin sevgiyi. Sevmenin para olarak karşılığı var mı? Adaya da düşsen damdan da düşsen dara da düşsen sevmenin yok para olarak karşılığı.

29 Temmuz 2011 Cuma


Tam olarak benim tavsiye ettiğim şekilde olmasa da sonunda doğru yolu bulmuş arkadaşlarımız. Bunu bir teşekkür maili ve yukarıdaki posta kartı aracılığıyla benimle paylaşan dostlarıma ömür boyu mutluluklar diliyorum.

Not: Hayır arkadaşlar kararım net ve kesindir; ilişkinize üçüncü olmayacağım. Renklendirin dediysek bu kadar da abartmayın canım.

ARANIYOR


ARANIYOR

Yukarıda resmi görülen kımıl zararlısı  aranmaktadır. Öyle sevimli gibi göründüğüne bakmayın, resimde de görüldüğü gibi dört ayağı da havadayken koşabilen (uçuyo mu lan yoksa?) bu hayvanat oldukça tehlikelidir. Görenlerin hayvanlık nâmına bizleri bilgilendirmesini rica ederiz.

28 Temmuz 2011 Perşembe

Doktor kovalamaca

Yazılarımıza 2 gün ara vererek siz değerli okurlarımızı (2 bilemedin 3 kişi) üzdüğümüz için özür dileriz. Az olan değerlidir mantığını felsefe edinen bu blog sitesi yazarları sıcağın etkisinden dolayı yazılarına ara vermişti. Aldığımız elektronik postalar (yalnızca 2) olmasaydı büyük bir hayal kırıklığına uğrayabilirdik. Fakat siz değerli okurlarımızın var olduğunu bilmek bize ayrı bir mutluluk veriyor. Şimdi eskisinden daha heyecanlı, ayakları daha sağlam yere basan yazar dostlarınız var.

Peki bu 2 günde ne mi yaptık. Ben doktor kovaladım, Deca da kedi. Doktor kovalamam hasta olduğumdan değildi. Bir an için canınız sıkıldı farkındayım. Şunu belirtmek isterim ki taş gibiyim. Bu 2 günlük zaman içerisinde bir tercih yapmam gerekiyordu. Ya askere gidecektim ya da doktora. Ben doktora gitmeyi tercih ettim olay bu. Büyütmenin anlamı yok sanırım. Keşke kovaladığım kedi olsaydı. Balkona çıkar kışt höyt derdim ve sorunumu çözerdim. Aynı şeyi doktora diyemediğim için gergindim bugün.

Aile hekimime giderken yanıma peder beyi de aldım. Hani benim tıkandığım yerde peder bey devam etsin istedim. 28 günlük rapor alabilmek o kadar kolay değil. Kolay olmadığı için de zaten ret cevabını aldık. Bir kaç sağlık ocağı dolaştıktan sonra son durağımız Alaşehir devlet hastanesi oldu. Burada da sonuç değişmedi. Herşey benim askere gitmem içindi biliyorum. Bu konuda doktor beylere ve hanfendilere teşekkürlerimi sunuyorum da bu kadar tırsmasalar daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Rapor vererek sorumluluk alıyorlar ya o yüzden yanaşamıyorlar bu tür işlere malesef.

Durum, içinden çıkılmaz bir hal aldı. Hastanede gördüğüm o hoş kızı(?)görmem bile beni kesmedi. Keşke daha farklı zamanda daha farklı yerde görseydim. Aile hekimimle tekrar görüştüm ve bu kez kopardım 10 günü. Bir kaç saat sonra daha da mutlu olacağım bir haber aldım. 30 günlük raporu verebilecek doktoru bulduğunu haber veren abimdi telefonun diğer tarafındaki ses. Bu ses 2 günlük çabama değdi.

İşte böyle blog kardeş. 2 gün ara verdim diye kızma. Fırsat buldukça yazmaya devam edeceğim. Okunmasak da yorumlanmasak da o blog bizim blog'umuzdur. Yabana mı atçaz seni yani. Sen bizim evladımız gibi oldun. Haykıramadığımız şeyleri burada haykırıyoruz. Seni neden bu kadar seviyoruz biliyor musun? Derdimizi paylaşıyorsun. Öneri getirmesen de dinliyorsun. Bu bile yeter şimdilik.

Not: Deca'nın kovaladığı kedi en son doktorun evinde görüldü. Doktorla aynı kaderi paylaşan kedi, doktorun evine yerleşme kararı aldı.

Anneee bittiii

25 Temmuz 2011 Pazartesi

İngilizceleşen Türkçe

Turkish english son zamanlarda artan bir ivme ile etki alanını genişletiyor. Düşüncelerin, mesajların, konuşmaların entelektüel olma yüzsüzlüğü ile ingilizceleştiği toplumumuzda sebepsizce aşağılanan Türkçemiz ağlamaya devam ediyor.

Nedir derdimiz bizim Türkçe ile? Derdimiz kendimizle mi canım Türkçe ile mi? Dilimize yabancı kelimeleri katarak karşı tarafa bir anlık anlaşılamama duygusu katmak mı entelektüel olma acaba? ‘Bugün çok ‘cool’ görünüyorsun canım’ yerine bugün sade bir görünüşün var demek, ya da bye bye yerine güle güle demek çok mu zor?

Konuşmalarına yabancı kökenli kelimeleri katan bu kişilere basit bir sorum var. İngilizce bilginiz hangi düzeyde? Hani çatır çatır konuşabilir musunuz İngilizceyi? Konuşabiliyorsanız eğer tamamını İngilizce konuşun o zaman. Tercüman vasıtasıyla çevirelim biz de. Yarım yamalak İngilizcenizle sokmayın burnunuzu güzelim Türkçemize.

Reha Muhtar’ı çoğumuz bilir. Konuşmalarını biraz dinleyin. Karşılığı olmasına rağmen birçok kelimenin İngilizcesini söyler. Bu durum onun çok iyi İngilizcesi olduğu anlamına mı geliyor sanıyorsunuz. Kesinlikle hayır. Onun tamamen değersiz biri olduğu anlamına geliyor. Bir zamanlar Show tv ‘nin anahaber programlarını sunan Reha Muhtar’ın izlenme rekoru kırması da ayrı bir soru işaretiydi.

İsterseniz bir de Türkiye’de yayın yapan tamamen Türk menşeili kanallara göz atalım. Show tv, flash tv, cine5, digitürk, star… Ne ilginç değil mi? Show yerine gösteri, star yerine yıldız kelimelerini kullanmak zor mu? Ya da daha ilginç isimler bulunamaz mı? Kelimeleri araştırmaya başlamadan daha soluğu yabancı sözcüklerde aramada alıyoruz. En önemlisi de bu duruma sesimizi çıkarmıyoruz.

Alışveriş merkezlerindeki tabelalara baktığımızda da durum çok farklı değil. Vodafone, bosch gibi ismi tüm dünyada aynı markalara sözüm yok. Fox tv ye de. Benim kabullenemediğim Türk kelimesinin arkasına ‘cell’ kelimesini getirip Turkcell yapılmasında. Ayakkabının yanına center getirilmesinde. Tostçu Hakkı Usta yerine ‘Hakkı Fast Food’ denilmesinde.

Kökü çok eskilere dayanan Türk ulusunun güzelim Türkçesi birkaç kendini bilmez yüzünden harcanacak mı peki? Kültürleri ileriki nesillere hasarsız taşımak istemenin merkezinde diline sahip çıkmak yatar. Şöyle söyleyeyim ya da. Bir yeri fethetmek istiyorsak oraya dilinizi götürün yeter. Çünkü dil düşüncedir, dil gündelik hayattır, dil soluduğumuz havadır. Kültür yozlaşması yaşamak istemiyorsak konuşmalarımıza dikkat edelim. Zor kazanılan bağımsızlığımızı ucuz numaralarla kaybetmeyelim.

Annneee bitttiiii.

Boşaltın pistleri

Sosyolojik araştırmamın bir parçası olarak düğüne gitmiş bulundum. Eskiden düğünlerin vazgeçilmezlerinden olan piyanist şantörlerin yerini artık dicey'ler almış. İşte bugünkü ortam taşşağı olan bu dicey dostumuz Ankara havalarıyla kafa skerken adını vermek istemediğim ancak bu blogun yazarlarından biri olan arkadaşım pistte yaptığı olağanüstü ayak hareketleriyle çılgın kalabalığı coşturmaya devam ediyordu. Fazla değil birkaç dakika sonra yorgunluktan dolayı sersemlemiş bir şekilde yanıma dönecekti. Eğer bu şekilde bir yarım saat daha devam etseydi, dostumuzu çılgın figürleiyle hararetlerini artırmış olduğu kızların elinden nasıl alırdık bilemiyorum. Zaten bu kısacık sürede bile kalabalık içerisinde bir hareketlenme var gibiydi sanki. Dostumun kendisini düğün havasına iyice kaptırmış olduğu bu dakikalarda benim olayım ise bambaşkaydı.

Gün içinde "abi şimdi bizim blogda yazdığımız şeylerden bi kitap yazarız ileride, nasıl olur ehe ehe" gibi bir geyik geçmişti aramızda. İşte o sırada söylendiği anda da bana pek parlak bir fikirmiş gibi gelmeyen bu konuydu kafamı kurcalayan. Zaten şu blogda 3 - 5 gündür bişeyler yazıyoruz ve özellikle benim yazdığım şeyler afedersiniz ske sürülmeyecek şeyler. Bir kültür, sanat dergisi için yeni kitabım üzerine röportaj verirken "peki sayın Deca, arkadaşınız hisli yazılar yazarken siz niye hep absürt konuları ele aldınız?" diye sorsalar ne derim diye düşündüm. Çok zor bi durumda kalırdım doğrusu. O yüzden bu kitap işi olmaz hacı. Zaten satmaz da. Kışın sobalarda yakılmak üzere odunun kömürün yanına konur. Araba camı silinir onunla.

Ben bunları düşünürken dicey tarafından damadın arkadaşları çağrısı gelince dostum yine pisti boyladı. Onlar orada "harmandalı" oynamaya çalışırken, yanımda duran diğer arkadaşım piste çıkması konusunda ısrarcı olan damadın babasına "ben harmandalı oynamayı bilmiyom yea, Ankara havası olaydı tozunu attırırdım" deyiverdi. Damadın babası da ibnelik değil mi, Ankara havası isteğiyle onun da piste gitmek zorunda kalmasına neden oldu. Ben yine kaldım bir başıma, bir düğünde yalnız kalan adam ne yapar? Tabi ki memleketimizin ata sporu olan kız kesme olayına girer. Ben de öyle yaptım, ama ondan da iş çıkmadı. Oynama faslı bittikten sonra geri dönen arkadaşlarımdan biri "pastamızı da yedik abi gidelim artık" deyince fonda diceyin "hoppaa" naralarıyla ortamı terk ettil.

Bir gün daha böyle geçti sayın okuyucu. Kâh Sevgi Yolu'nda, kâh düğün ortamlarında macera deryalarına (merhaba Derya♥) daldık. Bugün de film kotamdan bi film izleyeyim bari, sonra da Hilal Cebeci twitter'ında yeni fotoğraf paylaşmış mı diye bakar yatarım.

Bugün de çılgın bir;

"Anneea bittii"

24 Temmuz 2011 Pazar

Yazma özürlü

Amy Winehouse evinde ölü olarak bulundu! Az önce hangi site hatırlamıyorum bu habere rastladım. Zerre skimde değil orası ayrı. Zaten travesti gibi görünen kadınlarla hiç işim olmaz.


Tipe baksana. Oh sen uyuşturucunun etkisiyle nasıl bir hayal ortamında yaşıyorsan artık şarkı, türkü yaz ondan sonra yok efendim efsaneler arasındaydı, yok müzik tarihine geçti falan filan... Amaan bana ne yahu, ilgimi kaybettim birden. Hazır yeri gelmişken mesajımı da vereyim; "Çocuklar uyuşturucu kötü bir şeydir, bulaşmayın."

Geçtiğimiz gün arkadaşlarla sikik bi  konuyu tartışmıştık onu yazmayı planlıyordum bugün ama onu da hatırlayamıyorum şimdi. Aslında süpersonik, kaslı (öhöm pardon saçlı) bir adam olduğum için gün içinde maceraların peşini bırakmadığı bir kişiliğimdir. Nedense yazmaya başladığım şu anda aklıma bir şey gelmiyor. Amy Winehouse'un ölümü farkında olmadan beni derinden mi etkiledi acaba? Yok canım ondan değildir, bu arada kadının soyadı da alkolik kişiliğinin bir göstergesi sanki, değil mi?

"Sen de ne kasıyorsun arkadaş, bak sabahın kaçı olmuş hâlâ bişeyler yazacağım diye uğraşıyorsun" da diyebilirsin sevgili okur. Haklısın aslında, yatağım beni bekler sanki. E o zaman hadi ben kaçtım, öptüm, kib, byes.

"Annee bitti galiba"

Pollyana Olabilmek

Gece saat 02.14. Son ses Feridun Düzağaç’ın dipteyim, sondayım, depresyondayım parçasını dinliyorum. Bu saatte eminim bütün komşularımız uyuyordur. Müziğime eşlik eden var mıdır bilemiyorum, yalnız küfür eden baya vardır diye tahmin ediyorum. Bunu neden bu saatte yaptığıma gelince. Artık iplemiyorum hiçbir şeyi ve kimseyi. Acaba bir sonraki adımım ne olur diye de düşünmüyorum artık. Birilerinin benim hakkımda ne düşündüğü de umrumda değil. Birileri acaba ne der diye de düşünmüyorum. Galiba ben bunu yaparak daha mutluyum.

Hayatımıza hep yön vermemiş midir bu ‘acaba insanlar ne der’ hissi? Giydiğimiz kıyafetleri seçerken hep bu his ön planda olmamış mıdır? Tanımadığımız biri ile ilk kez konuştuğumuzda sözcüklerimizi özenle seçmemiş miyizdir? Ya da lüks bir restoranda ekmeği yemeğimize banarak yiyememizin sebebi nedir? Cevabını biliyoruz sanırım.

Güzel bir söz var. Akıllı olup insanların derdini çekeceğine; deli ol, onlar senin derdini çeksin. Bu söz benim anlattığım durumu özetliyor galiba. Dünyayı umursamamak, vurdumduymaz olmak. Hayat keşke hep böyle olsaydı diye iç geçiriyor insan bir an. Mümkün mü peki? Hayatı pollyanacılıkla yaşarsan mümkün. Hayatın hep olumlu yanını görmektir demi pollyanacılık. Hani hep anlatılır. Biri iyimser diğeri kötümser iki arkadaş çölde yarım bardağı su ile dolu bardak gördüklerinde iyimser ne güzel bak yarım bardak suyumuz var derken, kötümser kahretsin yarısı boş bir bardak suyumuz var demiş. İşte burada iyimsere pollyana bakışlı diyorlar. Hayatı pollyana felsefesi ile yaşarsan insanların ne dediğini umursamamış da oluyorsun aslında biraz. Birisi bana sen çok gevezesin diyecek diye korkuyorsam, olaya pollyana felsefesi ile yaklaştığımda bu durumdan çok rahat sıyrılabilirim. Olsun talkshowcular da geveze. Beyazıt Öztürk , Okan Bayülgen, Cem yılmaz’ı herkes seviyor. O zaman beni de herkes sever. Bakın oldu işte.

Saat 02.22. Müziğin sesi hala açık. Kapımızı hala çalmayan komşularımız yarın mutlaka çalacak. Diyecekler ki dün akşamki ses neyin nesiydi. Geldikleri saatte ben açarsam kapıyı olaya pollyana felsefesi ile yaklaşmayı deneyeceğim. Yani vurdumduymaz olacağım. Yani dünyayı umursamayacağım. Onlara diyeceğim ki ben ilerde çok iyi bir müzisyen olacağım. Şu an müzik kulağı olsun diye son ses müzik dinliyorum. Bir gün sizi programıma da çıkaracağım. Bütün mahalleyi programıma davet edeceğim. İşte o ünlü müzisyenin mahellesi bu insanlardan oluşurdu diyecekler. İstemez misiniz? Hiçbiri bu teklife hayır diyemez değil mi sevgili arkadaşlar. İşte olayı hem umursamamak hem de pollayana olmak. İkisi de aynı karede.

Nereden gelmiştim buraya ben. Tamam hatırladım. Hayatı tabir yerindeyse iplememek. Ben böyle rahatsam böyle davranacağım. Yarın da lüks bir restorana gidiyorum ve herkesin gözü önünde ekmeği bana bana yemeğimi yiyorum. Daha yapmayı isteyip de yapamadığım bir çok şeyi listeleyip yapacağım. Kaybeder miyim kazanır mıyım bilmiyorum ama bunu yaparken çok mutlu olacağım kesin. İşe hoşlandığım kıza açılarak başlayacağım. Hayır cevabını aldığımda da pollyana-vurdumduymaz ittifakı imdadıma yetişecek. Olsun, ben seni seviyorum. Senin beni sevmene gerek yok.

Anneee bittttiiiii.

23 Temmuz 2011 Cumartesi

Çekirdek, zıpzıp ve İzafiyet Teorisi

İsmini vermek istemediğim ama bu blogun yazarlarından biri olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim arkadaşım histerik bir şekilde karşımda çekirdek (evet çiğdem) çitliyordu. Birden boş bulunup insanlar çekirdek yerken niye böyle hızlı hareket edip, bir şeyden kaçarcasına kendilerinden geçiyorlar diye sormuş bulundum. Cevap dostum için çok basitti; "Çok taze olduğundan olabilir mi?" O an istemsiz bir şekilde hayal dünyamda reklamlara bağladım. Bu soru cümlesinin ardından gelen slogan "Tadım Çekirdekleri, paketlendiği ilk günkü gibi taze!" Yaklaşık 30 saniye süren rahatsız edici reklamlardan sonra dikkatim tamamiyle faklı bir şeye yöneldi. Park ortamının uzak köşesindeki zıpzıpta zıp zıp zıplayan çocuklar. (-Ne güzel cümle oldu değil mi? -Hı, hı kafa sken bi cümle oldu Coni.) Zıpzıpın ne olduğunu bilmeyenler için kafalarında bi fikir olması açısından aşağıya benzer bir fotoğraf koyuyorum.



Bu gece görmemiş olsam da geçmiş günlerde başka bir zıpzıpın üzerinde "Zeka geliştiren zıpzıp" gibi bir cümle görmüştüm. Birden gözümün önüne ağzında salyayla, iki adım atmayı beceremez halde bu alete girip 10 dakika sonra da gözünde gözlük, elinde Einstein'ın İzafiyet Teorisi makaleleriyle çıkan çocuklar geldi. Eğer bu zıpzıpın zeka geliştiren versiyonları daha önceleri keşfedilmiş olsaydı ülkemiz Atom, Fizik Mühendisleri'nden geçilmez olurdu herhalde. Bu hayalimden de o zıpzıptan atlayıp yanımızdaki masaya kadar seyirttikten sonra yaklaşık 50 - 60 - 70 kez "anneöö burayae" diye bağıran çocuğun haykırışlarıyla uyandım. Böylece zıpzıpın zeka geliştirme şeysinin de tırt olduğunu anlamış oldum.

Aşağı yukarı 2 saat 15 dakikadır kesmekte olduğum hatun kişi (dikkatim başka şeye yönelmişken hatun kesebilen çok yönlü bir kişiyim, mükemmelim) aniden hareketlenip benim olduğum yöne doğru adım atmaya başladı. Birden heyecanlandım, yavaş çekim haliyle 3 dakika 45 saniyeymiş gibi gelen 30 saniyelik süre boyunca ne hayallere daldım, ne senaryolar kurdum. Meğer dişi bireyin hedefi benim sandığımın aksine öpülesi dudaklarım değil de 2 yanımızdaki henüz boşalan masaymış. Bir de gidip öyle bir noktaya oturdu ki kendisini görüşüm imkânsız hale geldi. Hiç de hayal kırıklığına uğramadım. Ne olacağıdı ya, yoksa bütün gece hisli gibi üzgün gibi ezik ezik mi oturacağıdım!

Zaten çok geçmeden de mekânı terk edip kesin tavrımı koymuş oldum. Bırak üzülen o olsun. Böylece romantizm, entrika ve macera dolu bir gece daha evde sütümü içip sigaramı tüttürmemle son buldu.

Kapanışı "The Big Lebowski" den bir kliple yapmak istiyorum. Eskimeyen bir şarkı ve film.



Yukarıdaki videonun da etkisiyle coşkulu bir;

"Anneee bittiii!"

Karışmasınlar Artık Hayatımıza

Bugün ne yazsam diye zorunluluk hissediyorum kendimde her gün. Bunun için de yaşantı gerekli sanırım. Yaşantı olarak aslında pek de bir şey yapmıyorum. Hayat rutin bir şekilde devam ediyor.O yüzden buraya yazacak malzeme pek çıkmıyor. Meydan geçmişe endeksli yazılara kalıyor. Haykıramadığım gerçekleri burada yazmak da insanı rahatlatıyor.

İnsan, hayatını çok iyi planlamalı. Belki de şimdiden 10 hatta 20 yılını planlamalı. Bu plan öyle basit olmamalı. Misal, iş sahibi olacağım, evleneceğim, çocuklarım olacak onları büyüteceğim ve emekli olacağım şeklinde olmamalı. Bu çoğu insanımızın kurduğu genel bir plandır. Asıl planlama daha derinlere ve detaylara inebilmekte.

Peki ne yapmalı hayatı planlarken? Söyleyeyim. Kendine güven. İnsan hayata tutunurken bunu yapmalı en başta. Hayata tutunmaya ne zaman başlarız? Özerk dönemde(1-3 yaş arasında). Bu yaşlardaki çocukların kendi başlarına karar almaları mümkün olmadığı için adına özerk dönem demişler. Aile bireylerine çok büyük görev düşen bu dönemde olabildiğince sorumluluk vereceksin çocuklara. Ayakkabısını bağlayamıyor mu? Bağlayacak. Yemeğini yiyemiyor mu? Gerekirse aç kalacak ama yemek yeme davranışını kazanacak. Bu yapılanlar sayesinde çocuğa kendine güven duyması sağlanacak. Çocuk artık yavaş yavaş ayrılacak ebeveyninden. Hala peşinde koşarsanız çocuğun, ilerde her davranışını anne babasına soran biri yetiştirmiş olursunuz.


İşte bu sayılanları yapmayan aileler istedikleri kadar 'biz çocuğumuza her istediğini aldık her istediğine koştuk ama hala adam olmadı' desinler. Hata kendilerinde ama haberleri yok. Bu duygu öyle bir duygu ki, aileleri çocukları büyüyüp iş sahibi olduklarında ya da evlenmek için yola çıktıklarında bile yönlendirmeye devam ederler. Bu duruma alışkın olan genç de ailesinin istediği gibi hareket eder. Ne acıdır ki durum böyle.

Ben hiçbir zaman hayatıma müdahale edilmesini istemedim. Ne yazık ki her dönemde hayatıma yön verenler oldu. Belki daha duygusal kararlar aldım kendimce ama kendim aldığım için mutlu olacaktım. Geçmişte bana aldırılan bu kararların bir çoğunu benimsemedim. Nelerdi onlar? Doğup büyüdüğüm şehirde okuluma devam etmek ve oradan mezun olmak istedim. Ne oldu? 7. sınıfın sonunda bambaşka bir şehire taşındık. Oraya alışmak zorunda kaldım. Hayatıma müdahale birrrr. Lisede kız arkadaş edinme çabasına giriştim ailem karşı çıktı. Önce derslerin dendi. Kız arkadaşsız bir ergenlik geçirdim. Hayatıma müdahale ikiiiii. Puanım tutmasına rağmen gıda, makine, inşaat mühendisliğine gönderilmedim. Öğretmen olmaya gönderildim. O dönemde öğretmenliği kazanmak garanti gibiydi. Hayatıma müdahale üççççç. Okulu bitirdim 2 sene farklı yerlerde çalıştım sonra eve geldim yüksek lisansa başladım. Para yetiştiremediğim için onu da bırakmak zorunda kaldım.( Maddi imkanı olmasına rağmen peder beyin.) Hayatıma müdahale dörrrtttt. Bir kızla tanıştım. üniversite mezunu ama öğretmen değildi. İş bulması biraz da zordu. Bence evlenilecek bir kızdı. Olmaz dendi ayrıldım. Hayatıma müdahale beşşşş. Bakın dikkat edin hayatımın en kritik dönemlerinde hep bir müdahale var. Arada atladığım bir çok şey çıkar emin olun.


Yaptığın şeyin doğru olduğuna inanıyorsan ve kendine güveniyorsan devam edeceksin arkadaş. Şimdi artık karışmıyor ailem hayatıma. Neden? belki anladılar bir yerde yanlış yaptıklarını. Peki kaybolan onca fırsata ve yıllara ne olacak. geri getirin bana o yılları.Geriye dönüp baktığımda oh be iyi ki yapmışım diyeyim. Siz bana hiç seçim şansı bırakmadınız ki. Ya da o zaman tamamen sizin istediğiniz çocuk olayım. Ne olmamı istiyorsanız o olayım.


Anneeee bitttiii

22 Temmuz 2011 Cuma

Kırbaçlı


Bu fotoğrafı ilk görüşüm 2010 yılının başlarıydı sanırım. İlk gördüğüm zaman düşündüklerimle şimdi düşündüklerim arasında bir fark yok. Tabi o zamanlar da bu konuya oldukça kafa yormuştum. Teşhis; bu çiftin sorunu sigara, tütün vs. tüketmekten kaynaklı bir sorun değil. Hele ki yanında pek öyle kütür kütür olmasa da gideri olan böylesi bir yavru varken hâllerinin bu şekilde olması şüpheli değil mi? Hoş fotoğraftaki arkadaşımızın Messi'ye olan benzerliğinin seksi baayan arkadaşımızın iştahını kaçırıyor olması olasılığı da oldukça yüksek. Ama en olası senaryo bu arkadaşların seks hayatlarında artık heyecanın, yaratıcılığın kalmamış olması bence. Erkek arkadaşımızın spesifik yerlerinde krema olsaydı, ne bileyim zevklerine bağlı olarak hatun kişinin elinde bir kırbaç üzerinde deri türevi kıyafetler falan olsaydı. (Eğer paint yeteneğim izin verseydi bunları görsel olarak sunmayı da düşünüyordum ama denedim uzun uğraşlar sonucunda bunu başaramayacağım kanısına vardım. Bak sevgili okuyucu senin için ne kadar uğraş veriyorum. Eğer aranda bir Sinem, bir Özlem ya da bir Ceyda varsa bilsin ki onun için ayrı bir özenle çalışıyorum♥).  Bu çiftin tüm sorunu bu bence yoksa sigaradan falan olacak işler değil bunlar. Buradan sigaradan soğutma çalışmaları yapan kurumumuz hangisiyse orada çalışan arkadaşlara sesleniyorum; yanlış yoldasınız hacı! Şimdi Tot'em isimli arkadaşım soruyorum sana, sırf paket üzerinde böyle bir resim var diye "sigaraya başlamayayım ben abi yea" der misin? Her gün sigara aldığım ve her seferinde çakmağın da var mı? diye soran amcayla da tartışacağım bu konuyu, acaba bu yüzden sigara almaktan vazgeçen kimse olmuş mu?

Bu arada bugün hava serin gibi buralarda. Bu sabah uyurken sıcaktan dolayı serinlik umuduyla yatak yatak dolaşmayacakmışım gibi bi his var içimde. Evet, yataklarla dolu bir evde yaşıyorum, aklında herhangi bir soru işareti kalmasın. Yaklaşık bir haftadır yattığım yerle uyandığım yer bir olmuyor. Rahatsız edici bi durum tabi.

Bugün çok fazla yazamadım, öyle çok da beklentin olmasın zaten.

Bu yüzden bugünlük sade bir;

"Anne bitti"

Bencil Miyiz?

Küçükken büyümeyi, büyükken de hep çocuk kalmayı neden ister insan diye kendi kendime düşünürken sesli dile getirmiş olmalıyım ki yanımdaki arkadaşım Deca ile manasız bir konuşma başladı. Gerilere, ta gerilere gittiğimizde çoğu çocuk gibi biz de anlamsız şeylerin peşine düşmüşüz meğer. Hatırladığım o saçma şeylerin bir tanesi de gazoz kapaklarıydı. Tarihsel zamandan kaynaklanan bu durumu yaşı 20 nin altındaki arkadaşlar burun bükebilirler. Şimdi benim 4.5 yaşındaki yeğenimin izlediği ben10 ve makugan'a burun büktüğüm gibi.

Gazoz kapaklarında ya da bilyelerde insanı çeken şey gazoz kapakları ve bilyelerin albenisimiydi yoksa hep bende daha fazla olsun duygusu muydu acaba? Coca cola, Pepsi, Sarıkız, 7up yazan tenekeden olma kenarları tırtıklı bu cisimleri neden biriktirdim ben zamanında? Hani ifade ettiğim zaman dilimi çok da çocuk olunacak zaman dilimi değildi. İlkokul yıllarından bahsediyorum. Çocuk olsak diyeceğim ki çocuk dediğin salak olur.

Kendi soruma kendim cevap vereyim. İnsanoğlu her zaman bir şeyleri elde etme çabası içersinde. 8 aylık bebek ilgisini çeken kabloyu elde etmeyi seçerken 2 yaşındaki çocuğun tercihi oyuncaklar oluyor. Bu durum yaş ve olgunlaşmaya bağlı devam edip gidiyor ilkokul sonlarına kadar. Ta ki ortaokulda değişiyor tercihler. Karşı cinse ilgi duyma dönemi diye de bahsedilen bu dönemde kızlar ve erkeklere ne oluyorsa artık bi başkalaşım geçiriyorlar. Yerde yatan oyuncaklara tekme atarak evden çıkılıyor, karşı cins arkadaşlarla daha fazla olma isteği peyda oluyor. Galiba biz buna aşk diyoruz.

Sonraki dönemlerde bu elde etme çabaları maddi şeylere kayıyor.yani her dönemde elde etme çabalarımız var. Sanırım benciliz hem de çok bencil.


Anneee bittiii.

21 Temmuz 2011 Perşembe

Taş Duvarlar

Bırakma beni, insanlar kötü. Bırakma beni korkuyorum. Bir deli otlar büyüyor içimde. Bu halini sevdim gitme kal. Bırakma beni insanlar kötü. Bırakma beni korkuyorum.bir çoğumuz bilir bu şarkıyı. Kıraç'ın o güzel bestelerinden sadece bir tanesi. Gitarımla çalmayı denedim beceremedim. Youtube yetişti imdadıma. Son ses kıraç yankılandı evimin duvarlarında. Feridün Düzağaç, Emre Aydın da eşlik ettiler duvarlarımdaki manasız sessizliğe. Kıraç'ın taş duvarları içimdeki taş duvarları dağıttı.

Tutku isterim. Yürek isterim. Ya adam gibi sev ya da çek git. Var mı böyle bi sevda acaba? Seni seviyorum demenin kolayca söylenmesindense; onu söylemeden yaşamanın daha doğru olacağına inananlardanım. Aşşşkııım, hayatııım sözcüklerinin içini doldurmadan söylemenin pek de etkili olmayacağı inancındayım.

Peki biz insanlar neden hep hayalimizde tasarladığımız sevgili profiline ulaşma hayalindeyiz? Acaba çok şey mi istiyoruz. Herkes en başta şunu düşünmüştür. Önce beni sevsin bana deli gibi aşık olsun. Sonra ben de onu seveyim. Bunu derken bile benciliz aslında. Neden ilk adımı ondan bekliyoruz?

Platonik aşklar en mükemmel aşktır dersem çok mu iddaalı olurum. En mükemmel aşk birini karşılıksız sevmek ve ona sevgisini dolaylı olarak göstermek değil midir? Seni seviyorum demek mi güzel seni seviyorumu hissettirmek mi? Ben hep seni seviyorumu hissettirmeyi tercih ettim. Yanlış yaptım belki de. Direk gidip ona sevdiğimi söyleseydim daha somut şeyler olabilirdi. Ama biliyorum ki bu aşk uzun sürmezdi.

Taş duvarları yıkmaktan geçiyor sevmek. Severken ödün vernekten.onu değerli hissetmekte bitiyor her şey. Varsın o sevmesin ben onu seviyorum diyebilmekte. Yıllar sonra gördüğümde, göz göze geldiğimde içimin titremesinde. Azıcık görsem bile yeter dediğimde. Bunlara platonik aşk deniyor ya bunun adı mükemmel aşk olmalı.

Anneee bitttiii.

Pişman gibi, hisli gibi...

Bugün okuldan eski bir arkadaşımla konuşurken "memleketteki en güzel kızlar bizim okuldaydı be yea" dediğim anda aptal ve de acı bir gerçeğin farkına vardım. Ne yazık ki lise hayatım ot gibi geçmişti. Üniversiteyi mühendislik fakültesinde okuduğumu düşünürsek hafife alınmayacak bir kız populasyonundan bahsediyoruz burada. Bu arada mesleğimi de açık ederek ezeli ve de ebedi saplığımı da ilan etmiş oldum. Lise hayatımı ot gibi geçirdiğimi yazıyordum, hoş yeşil ceket, bordo kravat ve gri pantolon üçlüsüyle pek çekici biri olduğumu da iddia edemeyeceğim. Her nasılsa lisede üniversiteden daha çok şansım olabileceğine inanıyorum bu gece. Bunu anlamak için mühendislik okumaya gerek var tabi ancak yüksek matematikle bir ilgisi yok. Gelip bu fakültelerin içler acısı halini görüp yaşamak gerek, gerisi zaten dört işlemden ibaret. Lise yıllarımda ufacık bir çabamın olduğu da doğru. Sonuç mu? Hüsran ve de utanç. Aksi olsaydı zaten şu an bu yazıyı yazmıyor olurdum herhalde. Sonuç olarak kazanan yine sen oldun sevgili okuyucu. Ne olurdu sanki lisede bir kız arkadaşım olsaydı da sikko Amerikan gençlik filmlerindeki gibi mezuniyet gününde "kızım ben artık üniversiteye gidiyorum, orada veren kızlar varmış" deyip onu terk eyleseydim. O kadar zalim olur muydum lan? Olurdum be, neden olmasın?

İşte gece evime dönerken bunları düşünüyordum bir taraftan da bana doğru yaklaşan caddedeki köpeğe "hoşt" desem mi demesem mi ikilemi içindeydim. Kıllandım ite, yaklaşık 2 aydır buralarda, mesken edindi sanırım mahalleyi. Sonra da eve girdim.

Haa, bu arada bu gece de filmimi izledim. Yalnız filmin nasıl ve ne olduğunu yazmayacağım. Tek bir şey söylemek istiyorum; "Robert Sheehan" gelecek vadeden (evet Türk Dil Kurumu'ndan araştırdım aynen böyle yazılıyormuş) bir oyuncu. Bir de "Kimberley Nixon" İngilizlerin de taş, yılan, kütür kütür olabileceğinin kanıtı gibiydi sanki. İki şey oldu gerçi ama boşver.

Ve son olarak;

"Anneea bittii"

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Gez Göz Toptepecik

Pikniğe gitmeden bahsettiğim o diken varya evet o diken battı ama normal bi yere. Ayağıma. Başarısız bir kaç denemeden sonra çıkaramadığım bu diken bir kaç dakikalığına da olsa orada bulunanların içine oturmuş olacak ki yine amansız bir uğraşla dikeni ayağımdan çıkarmayı başardım. Sonrası daha da ilginç. Kovalanan kediler vızıklayan cırcır böcekleri ve en sonunda da uçan bir kedi gördü bu gözler.

Hayatım boyunca pikniklerden nefret ettim. Nedendir bilmiyorum insan pikniğe eğlenmeye gider ben sıkıntı çekmeye. Belki de hiç bir dönem bize ait bir arabanın olmayışı ve götürülmesi gereken bütün o malzemeleri elle taşıyor olmamız daha pikniğin başında yorulmama sebep oldu. Sonunda da piknikte eğlenecek zamanı yolda harcamamız ve güneşin altında stres dolu bir serüvene karışmamız etkili olmuştur. Bugünü diğer pikniklerden ayıran en büyük nokta ise uzun zamandır piknik yapmıyor olmam ve kafa dengi biri ile muhabbet etmemiş olmamdı. Evet gittiğim her piknikte o bildik tanıdık aşina ev etrafına ilaveten bugün şehir dışından misafirlerin gelmesi pikniğe ayrı bir güzellik kattı.

Geri dönüş yolunda arabaya sığmamış olmamız çok yememizden değildi. Zaten 2 turda anca gelebilmişti bizim geniş aile piknik alanına. Dönüş yolunda arabaya binmeyecek gönüllüler listesinde en başta ben vardım. Çünkü o güzelim havayı ve serin rüzgarı hissetmem gerekiyordu. Benimle aynı fikirde olan biri daha vardı. Tuğba. Çok şirin sempatik bir o kadar da tatlı olan bu yol arkadaşımla paylaştığım 20 dakikanın her anı güzeldi. Güzel geçen piknik gününe yakıştı yani.

Buradan sesleniyorum. Deca. bu Alaşehir'de gezmediğimiz yerler varmış meğer. Biz kendimizi harcamışız Cemil'in yerinde. Toptepe bu konuda diğer bütün piknik alanlarını geçiyor. Neden mi? Bir: Her yer tertemiz. İki: Her yer çimenlik ve çimenlere basmak serbest:) Üç: Alaşehir'i gece seyretmek isteyenler için züper manyak bir mekan keşfettik tuğba ben ve diğer adını paylaşmaya gerek duymadığım kişilerle.

Blogtan bahsettim bu arada. Adresi söyledim. Züpper dedi. Birazdan burada yazdığımı facede paylaşacağım. Ve şunu biliyorum ki blogumuz artık Deca ve ben den ayrı tanınmaya başladı. Bunun da ilk örneği Tuğba olacak.

Buradan sesleniyorum Tuuuğba. Sonuna kadar okuduğunda yorumunu bekliyorum. Ha bu arada eve girebildiniz mi? :))

Blog Blog Yaşamak Hayatı

Deca arkadaşımın da dediği gibi 20 kusur isim arasından kurra sonucu olmayan ama kurra teşebbüsüne de kalkıştığımız Cemil'i hiçe saydığımız bir isim 'anne bitti'. Çok değil daha birkaç gün evvel sevgili yeğenim banyo klozetinde de aynı ismi haykırmıştı' anneee bitti'.bazılarımız eleştirebilir bazılarımız herhangi bir organı ile gülebilir ama biz bu isimde son derece kararlıyız.

Sabah saat 5 suları Decanın yazısının yayınlandığı sıralarda hışımlı bir ses uyandırdı. Kalk Manisa'ya gidiyoruz. Hoppala nerden çıktı bu demeden gözümü trende açtım. Öbür gözüm hala açılmadı. Araya bi Manisa macerası daha sıkıştırdım Deca. Malum yere gittim yine. Nereye? 'the hospital of kocakaries'. Yalnız bu kez yaz sıcağından olsa gerek ortam fena değildi. Doktor kızlar daha bi güzelleşmiş minileri giyince.:)

Bu arada yeni açtığım face hesabındaki ilk kızı bugün ekledim bi ara bak.

Sanırım birazdan aile bireyleri ile piknik adı altında gereksiz eylemde bulunacağız g..tümüze diken bata bata. Eniştenin kardeşine benim yeni hdd'yi verdim onda olan saçma filmleri alacam. Bi gelsin belki direk format atarım hdd'ye. Bende 500 küsür film var dedi. Ağzım g..tüme pardon kulaklarıma vardı. Neler var deyince ağzımın vardığı o yere (g...te) girip hiç çıkmayasım geldi. Kore filmleri varmış meğer. Ugoo ooo çaaa hanaaa diye devamlı tekrar eden bir dille ilgili zengin çocuk fakir kız ya da tam tersi bizim çooook eski türk filmlerinin çekik gözlü versiyonları.

Ne güzelmiş la bu blog. Adamın herşeyi haykırası geliyor burdan. Belki bir gün kızlara burdan sesleniriz Pelinnnn seni seviyorum benimle evlenseneeeee. ne güzel olmaz mı? Bu arada Pelin kim? Bilen varsa söler mi?

Açıklama: Ugoo ooo çaaa hanaaa Korece hiçbir anlama gelmiyor. Tamamen sıkılamasyon.

Just the beginning

Gün yine her zamanki gibi saat 3 - 3,5 arası uyanmamla başladı. Ara bir saat yazıyorum zira uykudan uyanışla onun devamındaki sersemlik anında saatleri algılayamama gibi bir problemim oluyor. Ancak bu zamanlarda saat olgusunu sanki jetlag mağduruymuşum gibi kaybetmeme rağmen, her gün çok fazla uyumayayım diye alarmını saat 13:46'ya (evet itiraf ediyorum tam saatlerle aramda bir anlaşmazlık var) kurduğum telefonumun ertelemeler sonucu 9 dakikada bir çalması mevzuunda belirli 2 saat aralığında kaç kez çalmış olduğunu hesaplayabilme kabiliyetim beni günden güne şaşırtıyor. Ayrıca bir önceki gibi cümleler kurabilmek de korkutmuyor değil. Nihayetinde telefonuma bakar bakmaz "yine geç olmuş anassını satiim" diyerekten yataktan düştüm, ya da ben düştüğümü sandım, bilmiyorum.

Neyse günün en heyecan verici olayı şu an yazmakta olduğum bloga isim bulma çabalarımızdı sanırım. Yakında kendisinin de yazılarını görecek olduğunuz blog ortağımla birlikte yaklaşık 20 ismin arasından bu anlamlı ismi bulduk, anlamınıysa daha sonraları kendiniz çözmeniz dileğiyle... Belki hemen çözebilirsiniz, belki de çözemezsiniz zira bu blogu okuyacak aklı selim birilerinin olacağından kuşkuluyum. Günümüzün yaklaşık 25 dakikasını bu konuya harcadık. Hatta bi ara adayları 3'e düşürüp kura çekimi bile yaptık, ama yine de kendi istediğimiz ismi koyduk. (Kusura bakma Cemil senin oyun dağdaki çobanın oyu kadar bile değer görmedi.) İsim konusuna açıklık getirdikten sonra muhteşem Alaşehir halkının bize yüklediği misyonumuza geri döndük; kız kesmek. Doğru bildin sayın okuyucu bizler "sap insanlarız". Bildiğin sap yani. Doğrudur, işimden sürpriz bir şekilde almış olduğum yarı ücretli yarı ücretsiz iznimin kabaca bi hesap yaparsak 4'te 3'ünü bu işlere harcıyorum. Geçtiğimiz günün bu konuda başarılı bir gün olduğunu söyleyemeyeceğim, çünkü Çamlık Aile Çay Bahçesi potansiyeli bugün yeterli gelmedi. Öyle ya da böyle günü bitirdik. Gün bitti ama bunun daha akşamı vardı. Akşam ne mi oldu, ne olacak Çamlık Aile Parkı'nda birer soda ve başarısız bir - iki bakış o kadar.

Günün hatası ise bu gece "Cyrus" isimli filmi izlememdi. Bu benim ikinci kez "Jonah Hill" tuzağına düşüşümdü. Arakadaşın filmlerini "Superbad" deki performansını baz alarak seçtiğim için hayal kırıklığına uğramam da gayet normal tabi. "Cyrus", annesiyle aralarına girmesini istemediği annesinin yeni sevgilisini ayırmaya çalışan sorunlu bir gencin sikko dramı şeklinde seyreden bir film. Aynı hayal kırıklığı geçtiğimiz günlerde "Get Him to The Greek" filminde de başıma gelmişti. Bence Jonah Hill "How to Train Your Dragon", "Megamind", "Horton Hears a Who" filmlerindeki gibi seslendirme işleri yapsın bundan sonra.

Bir günü daha böyle saçmalayarak bitirmiş oluyorum. Şu an günlük sütümü içiyorum, bu da demek oluyor ki yaklaşık 2 saat sonra yatağıma gideceğim.

İlk yazım bu kadar olsun, son cümlem de tabi ki bundan sonra sık sık yazacağım şu cümle olsun;

"Anneea bittii"